Neden kendiniz oynadınız bu filmde?
– ‘Ahmet’ karakteri için 50 yaş civarı biri gerekiyordu, seçenekler azdı. Çekime bir hafta kala son görüştüğüm oyuncunun da olmayacağını anladım. Benimle çalışmak için geberdiğini söyleyen bazı oyuncular bile -çok iyi biliyorum- sevişme sahneleri yüzünden kıvırdılar. Şakayla, “Olmazsa kendim oynayacağım” diyordum, sonunda öyle oldu.

Nasıl geçti peki?
– Çok zor bir roldü, çok diyalogluydu. Zorlandım, kâbuslar gördüm. Rezil olmak da vardı. Çektiğim en kişisel film bu. Kötü olsa çöpe atacaktım zaten.

Bir aktör sevişme sahnesinden neden kaçar?
– Halkın o gözle görmesini istemediler herhalde. Çünkü çoğu bir süre sonra popüler dizilerde oluşturdukları imajlarla anılıyorlar, öyle tutuluyorlar ve buradan para kazanıyorlar. Bir açıdan haklılar yani. Başka zorluklar da oldu. Salonunda Mustafa Kemal resmi olan bir kapıcı dairesi çekecektik. Bir tane kapıcıyı, ciddi paralar vermemize rağmen ikna edemedik. Sanki porno çekiliyormuş gibi!

Allah allah, neden?
– İnanışları yüzündendir. Son yıllarda çok olmaya başladı bu. İnsanlar film çekimine başka türlü bakmaya başladı. Sonunda Alevi bir kapıcı razı oldu. Bir sonraki filmim ‘Kor’u biraz da bu yüzden Alevilerin ve solcuların yaşadığı Güzeltepe’de çektim. Hiçbir sorun olmadı.

Genç oyuncuların performansı çok iyiydi bence. Siz memnun kaldınız mı?
– Şebnem Hassanisoughi, Öykü Karayel, Cemre Ebuzziya, inanılmaz çıktılar.

Oyuncuları çok zorluyormuşsunuz. Hatta seti terk etme noktasına geliyorlarmış. Doğru mu?
– Gerektiğinde olan bir şey. Yüksek ve değerli ilişkiler rollerimizi bırakarak mümkün olur. Şimdi ben yönetmen rolüyle gelmişim, hava atacağım; oyuncu onca dizinin, filmin, tiyatronun iyi oyuncusu kimliğiyle gelmiş… Korkunç bir aldatma sahnesi çekiyorum, izledin. “Ahmetçiğim şöyle şöyle yapıyoruz, tamam Zekiciğim, oldu mu” filan… Böyle olmaz! Yani iyi bir sahneyi kimliklerimizle çekemeyiz. 20 senelik yönetmenim. Bir yönetmen koltuğum olmadı.

Seti terk etme aşamasına nasıl geliyorlar?
-Yüzlerce tekrar… Bazen egosu kırılıyor oyuncunun olmayınca. Alınıyor. “Ben mi yapamıyorum” tribine giriyor ya da umudunu kaybediyor. O zaman ayrılıyoruz.

Oldu mu böyle şeyler?
– Hemen her filmde büyük küçük olmuştur. Ben kimseyle kötü bir şey yaşamaktan korkmam, yeter ki bir arada olma nedenimizi, adalet duygumuzu ve kalitemizi yitirmeyelim.
Oyunculara iyi olduklarını gösterecekleri senaryoyu verebilen tek adam benim

Filmlerinizde hep aldatma teması var. Bu sefer de erkek aldatmasını işlemişsiniz.
– Feministler yıllarca haksızlık etti bana. Bu sefer erkeği aldattırayım da rahatlasınlar… Yaşamın esası ihanettir, kötülüktür. Bu tür şeyleri bir biçimde gerçekleştirmektir. İyilik, güzellik, sadakat bir çözüm arayışı olarak ortaya çıkmıştır. ‘Düzen’ deriz, ‘iktidar’ deriz ama insan doğasını kazırsak ulaşacağımız yer yaradılıştaki sakatlıktır. Sinemamı bunun üzerine oturtmaya çalışıyorum.

Nasıl bir sakatlık?
– İnsan çoklu dürtülere, çelişkili bir yapıya sahip. Huyu suyu günden güne değişir. Bizi ‘ideal’e, ‘doğru’ya götüren, güzeli özlememize sebep olan budur. Benim kötücüllüğü, ihaneti anlatmam normal. O hümanist mesajları verenler, baksan benden daha karanlık adamlar çıkabilir. Ama söz söylemeye geldiğinde pek sağduyulu olurlar. Ben inanmak istediğime değil, inanmak zorunda olduğuma kulak veririm.

Bugüne kadar çalıştığınız en iyi oyuncu kim?
– Nergis Öztürk’ün yeri başka. Başlangıçta en kötü şeyi yaşamak üzereyken bu durumu en iyisine dönüştürme gücü ve şahsiyeti göstermesinden belki ama “Şu ya da bu” demek gerçekten haksızlık olur. Son filmdeki Caner Cindoruk, Taner Birsel ve Aslıhan Gürbüz’ün karakterleri yoğun ve zordu; muhteşem de oynadılar. Ama Güven Kıraç da öyleydi, Haluk Bilginer, Derya Alabora da. Bu soruyu en iyi biraz ukalalık yaparak cevaplayabilirim. Ben oyunculara iyi oyuncu olduklarını gösterme fırsatı çıkaran senaryoyu verebilen, buna göre sahneler yazabilecek, -neredeyse değil- tek insanım bu ülkede. Ve iyi oyuncu ancak iyi yazılmış senaryo ve sahneyle ortaya çıkabilir. Aslında mesele bu.

Farkınız ne?
– Oyuncuya ölürcesine, bütün enerjimle emek veriyorum. Üç senede bir film çekiyorum. Kamera arkalarına bakın, nasıl yaşlanmışım her birinde.

“BEN DEVRİM FİLAN YAPMADIM”

Türk sinemasında Nuri Bilge Ceylan, Reha Erdem, Yeşim Ustaoğlu gibi yönetmenlerle beraber bir devrim yaptığınız düşünülür. Buna katılıyor musunuz?
– Bundan haberim yok. Böyle bir şeye inansaydım, “Ulan kitapsızlar, bu devrimin lideri benim” deyip hepsine darbe yapardım. Tayyip Erdoğan’ın AKP’de yaptığı gibi. Devrimle yapılmış şeyler biraz öyledir. Ben devrim falan yapmadım. Bir filmi çekerken kalbime, yıllar boyunca hangi duygularla baş ettiğime baksalar çok şaşırırlardı. Ben yalnız olmak istiyorum.

O dönem aranızda bir ruhbirliği yok muydu?
– Yok öyle bir şey. “Ahmet, Mehmet” demeyeyim ama bir-iki kişi hariç hiçbirini sevmem.

** Nuri Bilge Ceylan’la küs olduğunuz doğru mu?
-Evet. 2006’dan beri konuşmuyoruz.

Yollarınız neden ayrıldı?
– Böyle demek fazla anlamlı olur. Hayat böyledir. İnsanın arkadaşları olur, sevgilileri, ahbapları olur; bir dönem sonra herkes yoluna gider.

Sinemaya Zeki Ökten’in asistanı olarak başladınız. Siz birini yetiştiriyor musunuz? Çıraklık geleneği devam ediyor mu?
– Öyle bir gelenek yoktu, hâlâ yok. Ben Zeki Abi dahil çalıştığım hiçbir yönetmenin yaptıklarından etkilenmedim. Bana ne dedilerse tersini yaptım. Bir sürü asistanı vardı. Onlar olamadı, ben oldum. Ne yapılmasından çok, ne yapılmaması gerektiğini öğrendim. Sanat anlatılamayanı anlatmaya kalkışmaktır ve yalnızlığımızdan kaynaklanır. Kimseye itiraf edemediğimiz şeylerden… Usta-çırak ilişkisi bu iş için biraz abartılı yani! “Hocam” filan dediklerinde gıcık oluyorum zaten.

“GEZİ’NİN ANCAK YÜZDE 20’Sİ BEDEL ÖDEMEYİ GÖZE ALABİLİR”

12 Eylül’de hapse girdiniz. “12 Eylül’de bile böyle şeyler görmedik” diyenler var. Bu doğru mu?
– Umberto Eco’nun sözündeki gibi: “Hiçbir şey değişmedi, cisimlerin konumundan başka.” Değişmiş gibi gözüken aynı adamlar. Yaşadığın anın yakıcılığı ve canlılığı yüksektir. Geçtikten sonra acısı hafifler. Ama şu açıdan haklı olabilirler: Bu hükümet bunları hukuk, demokrasi ve mazlumların adına yapıyormuş havasında. Benim cuntacılardan, doksanların faşistlerinden, Necdet Menzir’lerden, Mehmet Ağar’lardan bir beklentim yoktu zaten. Kenan Evren’den insaf beklemedim, Ecevit’ten de…

Toplumun baskıya karşı direnci arttı mı peki?
– Türkler bu karakterde bir toplum değil. Bedeli göze alabilecek bir avuç insan var. Gezi’nin, tahminimce yüzde 20’si. İktidar sorunu sürekli köklüyor. Anlamak mümkün değil. Yalanı, suçu ortaya çıkmış bir insanın son şeyleri gibi… Çıkışsızlık öyle bir şeydir ki inanmak istediğine inana inana kendini yok etmeye başlarsın. Farkına varmazsın. Muhakeme gücünü, vicdanını, aklını yitirirsin.

İktidara körü körüne destek veren bir kitle var. Yandaş basın, AK troller vs. Bunları nasıl izliyorsunuz?
– Eski versiyonlarından farkı şu: Bu adamlar besliyor. Devletin olanaklarıyla pratik olarak da, umutla da… Ama “Biz erdemliler hareketiydik, neye dönüştük” demeler, ayrışmalar başladı. Tarih, hiç gitmeyecekmiş gibi görünen güç ve iktidarların çöplüğüdür. Bu kitle güç kerametini başka birilerinde gördüğü gün onun peşine düşecek. Bu, kalabalıkların doğasında vardır. Kalabalıklar insanlardan oluşur ama mutantlaşarak… İnsan yalnızken insandır. Gücünü yalnızlığından ve kendisinden aldığı zaman insandır. Gücünü kalabalıktan alanlar insanlıktan çıkar.

Gezi’deki ‘iyi insanlar’ nereye gitti peki? Sadece yüzde 20’si mi kaldı?
– Gezi duygusal bir onur hareketidir. Öyle bir hareket Türkiye’de örgütlenebilseydi 1980 yılında 12 Eylül yerine, sosyalist devrim olurdu. Daha iyi bir dünya uğruna örgütlenip, bunu kullanmaya muktedir bir halkımız yok bizim. En fazla olabilecek şey Gezi’dir.

Hürriyet’e baskını nasıl izlediniz? Binaya giremedikleri için belki ölümlerin ucundan döndük. Başbakan Ahmet Davutoğlu ortaya çıkan dayak tehdidi görüntülerine “Dost meclisinde ifade edilmiş hususlar” dedi.
– Böyle giderse bir sene sonra mesela “Sen bizi yeteri kadar temsil edemiyorsun” diye Abdullah Gül’ün evi taşlanabilir, Ahmet Davutoğlu’na biri bir şey yapabilir. Bir sonraki aşama bu. Hukuk bir kere bile delindiğinde artık olmayan, yalan bir şeydir. O günlerde hukukun ırzına bir kere daha geçildi. Hürriyet gazetesi ‘gazetecilik’ yapmaya çalışıyor. Bu ülkede her ‘gazeteci’ bu hükümetin uygulamaları aleyhine yazmak zorundadır. Çünkü bu hükümet durmadan kötü şeyler yapıyor. O gün Sedat Ergin televizyona çıktığında tesadüfen Ahmet Hakan’ı izliyordum. Adamın gazetesinin kapısı kırılıyor, aşağıdan girdiler mi girmediler mi, haber bekliyor. Ama Ahmet Hakan ortalığı yakıp yıkan insanları sadece sağduyuya davet edebiliyor. Suç işleniyor kardeşim, ne sağduyusu! Durum bu kadar trajik, bu kadar üzücü.

İktidarın gidişatını nasıl görüyorsunuz?
– Galiba ölümsüzlüğün sırrını buldular! Mesela Ahmet Davutoğlu’nu artık tanıyamıyorum. Nasıl bu hale gelebildiğini açıklayabilir misiniz sosyolojik açıdan? Yarın öleceğini bilen insanlar tarafından kurulu bir dünya bu! Öleceğini düşündüğün zaman her şey anlamını kaybediyor. Boynunda mezar taşınla gezmek gibi. Buna rağmen insanlar Ali İsmail’i öyle katlediyorsa, çocuklar, askerler ölüyorsa demek ki ölüm bilinci yok. Ya bir de ölümsüz olsaydık! Mad Max gibi olacaktı herhalde. 50 yaşında, 60 yaşında birinin bir ayağı çukurdadır. Ayağı çukurda adamlar, yarın bir kuruşunu bile götüremeyeceği paralar uğruna böyle paranoid, şizofrenik bir hayatı yaşamamıza nasıl göz yumabilirler? Bir başbakan birileri için yapılan dövme, öldürme planlarına nasıl “Dost meclisinde söylenmiş laflar” diyebilir? Küçücük bir çocuğun ölümüyle yetinmeyip, annesine de acı vermeye çalışılmasını nasıl açıklayabiliriz?

Sizce?
– Wes Craven filmlerinin en önemli teması, ‘return of the repressed’ mevzuudur. Yani ‘bastırılanın geri gelişi’. Dışadönük davranışlarımızı içimizde onaylayamazsak, süperego bu davranışı onaylatmaya yönelik hastalıklı bir zorlama yapar. Üzerinde kruvaze ceket varken “Ben kefenimle geziyorum” dedirtir mesela. Buna ne gerek var? Şehit cenazelerine gidiyorlar, yaşları gereği yaşıtlarının cenazelerine gidiyorlar. Birinin toprağa koyuluşuna, üstüne toprak atılışına baksınlar… Cenazeye gelmiş insanlara baksınlar. Herkesin eli bağlı, boynu bükük ve çaresizlik içinde. İnsan budur. “Fanidir, bugün var, yarın yoktur.” Mesele bu. Ellerimiz böğrümüzde, boynumuz bükük, çaresizliğimizi kabul ederek bir makam yaratabilmek… Çankaya’nın, Saray’ın üstünde bir makam. Ancak o zaman insanlıktan yana bir tarafa gelmiş oluruz. Birbirimizden daha az korkarız. Yoksa yoldaki adama “Şimdi silah mı bıçak mı çekecek”, polise “Beni mi vuracak” diye bakarak bir hayat nasıl yaşanabilir?

Kime oy vereceksiniz?
– HDP’ye. Birileri HDP bu ülkenin partisi değilmiş, bu ülkenin yasalarıyla kurulmamış gibi davranır ve bana kendini dayatırsa benim gibiler bunu kabul etmez. HDP’li değilim ama oyumu HDP’ye vermeye mecburum. Yarın AKP’ye, MHP’ye bu kadar haksızlık yapılırsa onlara da oy veririm.

“KİMSESİZ HİSSETTİĞİMDE YANIMDA BEŞİKTAŞ VARDI”

Hayatının merkezine Dostoyevski’yi, Nietzsche’yi koyan birinin futbola bu kadar tutkulu olması normal mi?
– Sanatçılar mıymıntıdır. Kendilerine proje olarak bakarlar. Takımlarını saklarlar. Doğal olan benimkidir. Tutkularım var. Karımı, kızımı da böyle sevdim; Beşiktaş’ı da. En kimsesiz hissettiğim zamanlarda Beşiktaş yanımda oldu.

Futbola ‘kitlelerin afyonu’ diyenlere katılmıyor musunuz?
– Bu, toplumlara, sosyolojiye düz ve basit bakan solcuların icat ettiği bir fikir. Latin Amerika’da hiçbir zaman afyon olmamıştır. Direniş duygusunun, var olmanın karşılığı olmuştur. San Lorenzo’nun, Boca Juniors’un tribünü Che Guevara posterleriyle doludur. Futbol olmasa pek çok toplum ölür, ruhsuzlaşır.

Beşiktaş’ta en sevdiğiniz kim?
– İlhan Mansız. Bu filmdeki çocuğun adı o yüzden İlhan.

Neden?
– Bu kadar saf ama bu kadar gururlu, içe dönük, namuslu olması yüzünden… Beşiktaş’a tutkuyla bağlı olması yüzünden. Bir Gençlerbirliği maçı vardır. Kupa yarı finali. Yağmurlu bir günde 4 – 3 yenildik ve elendik. O şekilde yenilmeyi ve arkadaşlarının aymazlığını kabul edemedi. Yağmurun altında ağlayarak inanılmaz mücadele etti, goller attı. Beni ağlattı. O gün “Bu çocuk Beşiktaş’ın tarihidir” dedim.

Bir Beşiktaşlı olarak kendi takımlarına aynı duygularla bakan Fenerlileri, Galatasaraylıları anlıyor musunuz?
-Bence bu iki takım, iktidar tutkusu ve her şeyi hak görme duygusuyla ülkedeki adaletsizliklerin zaman zaman temsilcisi durumunda. Fener, durduğu yer, tarihi bakımından, taraftarı bakımından biraz daha iyi bir yerde.

Son dönemde iktidara direnen esas Fenerbahçe olmadı mı?
– Herkesten fazla direnç gösterdi. Ama bunu tartışmıyorum ben.

“O ATEŞ YOKSA SANATÇI DA YOKTUR”

En sevdiğiniz filminiz, başyapıtınız hangisi?
– Yönetmenin en ahlaklı yanı, teklifleri reddedip kendini sınamaya kalkmasıdır. Hiçbir yerinden tutulmayacak hikâyelerle, sevilmeyecek durumlarla, karakterlerle yapmasıdır bu sınavı. Bu açıdan ‘Yazgı’ ve ‘Bekleme Odası’. Ama içimde hâlâ yüksek duygular uyandıran film ‘Kader’. ‘Kader’i kendimi ikiye bölerek çektim. Bir yanım uzaktan bakan, ukala bir düşünür gibi; diğer yanım sabaha kadar Azer Bülbül dinleyerek, benden habersiz bir kızın evinin önünde karda ayaklarımın donduğu, altı ay hastanelerde yattığım duyguları hatırlamaya çalışarak… O filmde içimin titremesi başka oldu. Bazı sahnelerde “Ulan, bunları nasıl yazdım” dedim. ‘Bulantı’ için bir şey demeyeyim ama ‘Kor’un kurgusu bitti sayılır; galiba hepsine ayar verecek.

Türk sinema tarihinde en sevdiğiniz yönetmen kim?
-Yılmaz Güney tabii ki. Lütfi Akad’ı da çok severim. Yönetmenin, yazarın, sanatçının özü ve ateşi olanını severim. Bundan mahrum olan toplayıcıdır, koleksiyonerdir. Filmi dakikasında anlarım. Yılmaz Güney’in Marksistliğine, solculuğuna rağmen öldüremediği o öz ve ateşten etkilenmemek mümkün değil. Çerçeveleri kalbinden, oyunculuk ruhundan geliyor, öbürü öfkesinden… Bütün benliğinizle verdiniz mi oluyor.

Fabrikada, atölyede çalışmışsınız, işportacılık yapmış, hapse girmişsiniz. Bunlar mı o ateşi, özü yaratan?
– “Adam yaşamış. ‘Kader’i, ‘Masumiyet’i o çekecek tabii” diyorlar. Bu ülkede gençlerin büyük kısmının çocukluğu işportacılıkla, sokakta sürünmekle geçer. Hapishanede, okulda dayak yemekle geçer. Ben 12 Eylül’de işkence görmüş 600 bin kişiden biriyim. Neden onlar ‘Kader’i çekemiyor? “Çok yaşayan sanatçı olur” diye bir şey yok. Ukalanın teki olursun, fildişi kulende akşama kadar viski yudumlarsın. Fakat öyle bir vicdanın vardır ki hiç o sokağa inmeden daha iyi yazabilirsin. Keramet yaşadıklarımda değil, böyle bir insan olmamda.

Son zamanlarda sizi en etkileyen film hangisi?
– Sivas. Çok büyük film. Uzun zamandır Türk sinemasında yaşamadığım heyecanı ve duyguları yaşattı bana.

 

Yorum Bırak

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz